6 yaşında başlayan okul hayatımızı, eğitimimizi ve öğrenimimizi normal şartlarda 16 sene sonra tamamlıyor ve iş hayatına atılıyoruz. Büyürken birçok hayalimiz oluyor. Bazılarımız geleneksel kabul görmüş mesleklere yöneliyor ve doktor, öğretmen, avukat, mühendis ya da alışılmışın dışında kalan astronot, pilot, pop star olmak gibi hayallerle büyüyor. Bunlar gerçekten yapmak istedikleri meslekler de olabiliyor, çevrenin kabul göstermesiyle yöneldiği meslekler de. Kimilerinin mesleği zaten doğmadan önce belirlenmiş, ebeveynlerin hayali olan aile işine devam etmek. Bunun dışında kalan ve ne yapmak istediklerini bilmeyen çocuklar da var. Aslında onlar ne istediklerine karar veremeyenler değil, başkaları tarafından onlar için kurulan hayallerin veya onlara sunulan geleneksel mesleklerin içinde kendilerini bulamayanlar.
Meslek seçerken herkesin öncelikli motivasyonun ekonomik gelişim olduğu varsayılan bir inanç var. İnsanlar varoluş amaçlarından çok, yaptıkları şeyler ve kazandıkları para ile değerlendiriliyor. Bu sebeple insanlar ömür boyu yapacakları işi seçerken potansiyellerine ulaştıkları değil maddi kazanca öncelik veren bir yol haritası belirliyor. Böylece hayat amaçlarından uzak çoğu zaman sevmedikleri bir işte yaşlanmaya başlıyorlar.
Zaman içerisinde insanın kendi amacından kopuk yaşaması özüyle ayrı düşmesine sebep oluyor. Bu da birçok stres, depresyon veya mutsuzluğun sebebi olarak çıkıyor karşımıza.
Hayatınızda yaptığı işi sevmeyen kaç kişiyle karşılaştınız? Çok değil mi? Doktor bir arkadaşınız aslında şarkıcı olmak istiyordur ya da banka yöneticisi bir arkadaşınız komedyen olmayı hayal ediyordur. Keşke (!) para kazanmak zorunda kalmasalar ve dünyanın tüm zamanı onlara ait olsa, ertesi gün hayata başladıklarında yapmak istedikleri tek şey kalplerinde yatan, olmak istedikleri kişidir. Onların gerçeği budur.
Bu çelişki bugüne kadar içinde olduğumuz iş hayatını belirliyordu ama artık yeni yüzyılda bunlar değişiyor. Özellikle pandemi buna destek verdi diyebiliriz. İnsanlar işyerlerinden uzaklaştıklarında aslında orada ne kadar mutsuz olduklarını anladılar. Bize dayatıldığı gibi tek bir meslek seçerek tek bir çalışma şartına bağlı olmadığımızı, çalışmamızı farklı şekillerde ve mekanlarda da devam ettirebileceğimizi gördük. Aradaki boşlukta diğer tüm olasılıkların da hayatımızda var olduğunu fark etmeye başladık. Bu bize değişimin mümkün ve ulaşılabilir olduğunu gösterdi.
Yeni düzende iş hayatının daha çok insana değer veren bir yapıda olması gerektiğini görüyoruz. Çünkü artık kendi varoluş amacını ve potansiyelini bulamamış bir yöneticinin hayata ve çalışmaya yeni başlayan bir insana verebileceği fazla bir şey yoktur. Aksine kendi hayatında mutsuz bir çalışanın işyerindeki diğer insanlara da zarar verdiğinin ispatı aşağıdaki araştırma ile bize sunulmuştur. Araştırmaya göre, evinden o sabah gergin çıkan bir çalışanın gideceği işyerindeki iş arkadaşlarının stres ve kan şekeri değerleri, stres altındaki çalışan işyerine gelmeden önce ve işyerine geldikten sonra ölçülmüş ve ikisinin de 4 kat arttığı tespit edilmiş. En can alıcı detay ise bu kişinin ofise geldikten sonra kimseyle konuşmamasına rağmen bu etkinin olmasıdır.
Evet, çok çalışan yöneticiler görüyoruz ama meşgul olmak her zaman değer katmak değildir. İnsanların kendilerini ve tecrübelerini ekonomik bakış açısıyla değerlendirmeyi bırakıp yaptığı işe ve hayata değer katmaya odaklanmaları hayatlarında büyük bir tatmin getirecektir.
İnsani en büyük ihtiyaç aidiyet duygusudur. Değer verdiğin, anlam bulduğun ve bağ kurabildiğin bir işi yapabilmek hem kendine hem etrafına faydalı olacağı gibi başarıyı, maddi kazancı ve tatmini de arkasından getirecektir.