Bu yazıya, çok sevdiğim Erich Fromm’ dan bir alıntıyla başlamak istiyorum.
“Eğer insan sadece sahip olduğu şeylerden ibaretse, onları yitirdiğinde, kendini de yitirecek, kim olduğunu bilmeyecektir. Böylece yaşamı yanlış kurmanın sonucunda ortaya yenilmiş, moralsiz, yıkık ve acınacak bir insan çıkar.
Olmak kavramında ise sahip olunan şeylerin kaybedileceğinden duyulan endişe ve korku yoktur. Olduğum gibiysem ve kişiliğim olmak tarafından belirleniyorsa kimse benden bunu alamaz ve kişiliğimin yıkılma tehlikesi de doğmaz. Odak noktamı ve davranışlarımı yönlendiren güdüleri, kendi içimde bulurum.”
Tüm hayatım boyunca sürekli yaşamı anlamlandırmaya çalıştım. Ben kimim, neden buradayım, tüm bunların sebebi ne ve sonucu ne olacak? Sanki hayatımın bir anlamı yoksa dünya da benim sürüklendiğim ve hapsolduğum bir yerden ibaret olacaktı. Neden öğrendiğimi bilemediğim dersler, nereden gelip nereye gittiğimi hatırlamadığımda bana ceza gibi gelmeye başlardı. Ve bunun sonucunda hayat tahammül ettiğim bir yere dönüşürdü.
Sonunda anladım ki tüm bu sorgulamaların ve isyanların sebebi kendimden daha büyük bir şeyle bağ kurma ihtiyacımdı.
Ben kimdim ve kendimden daha büyük bir şey neydi?
Dünyaya gelişimizden itibaren ailemiz ve çevremiz bizi şekillendirir. Seçmediğimiz bir isimle hayata başlar, kurallar öğrenir, çeşit çeşit isimler, sıfatlar alır ve ölene kadar çevremiz, toplum ve dünya tarafından ayar veriliriz.
Olduğumuzu sandıkları kişi olarak etiketlenir, olmamızı istedikleri kişi olmamız için de manipüle ediliriz. Bize ait olmayan korkular ve inançlar beynimizi programlar.
Hayat boyu BİRİSİ olmaya çalışırız. Zihnimizde oluşturulan bir kimliğimiz vardır artık. En önemlisi de biz bu kimliğe sonuna kadar sadığızdır. O kimlik bize sürekli kim olduğumuzu, ne yapmamız ve yapmamamız gerektiğini hatırlatır durur. Çünkü onun sınırları içinde kaldığımızdan emin olmak ister.
Olmamız gereken kişiye bu kadar odaklanınca, gerçek varlığımızı göremiyoruz sanki. Gerçeğini bilmeyen insan hep eksik ve yetersiz hissediyor sonunda. İçindeki boşluğu doldurmak istiyor. İşte tam burada, olmanın ne olduğunu bilmediğimizden sahip olmak illüzyonuna kapılıyoruz. Ne kadar çok etikete, unvana, kıyafete, paraya, başarıya, aile ve arkadaşlara sahip olursak o kadar varlığımız güçleniyor sanıyoruz. Ve bunları kaybetmek hayal bile edilemez çünkü sahip oldukların yok olursa sen de yok olursun!
Kendime sorduğum en önemli soru şu oldu: eğer odağımı zihnimde oluşturulan kimliğe değil de gerçekte kim olduğuma çevirirsem orada kimi bulurum?
Öz’üm, otantik halim nasıldır? O, değerli midir? Kime ve neye bağlıdır?
Beni BEN yapan hangi özelliğimdir? Acaba sadece VAR OLMAK yeterli midir? Bize yaratanın verdiği çok değerli emanet, mirasımız varlıklarımız değil de tek başına varlığımız-canımız- mıdır aslında? Eğer öyle ise, var olmak için sahip olmaya çalışmak israf olmaz mı? Sevgiden geldiğini hatırlamayan ben; sevgiyi hissetmek için, kim olduğumu bulmak için, nesnelere sahip olmak ve onlara bağımlı olmak yerine kaynağa nasıl ulaşabilirdim?
Belki de ben zaten kaynaktayım, zaten bütüne aitim, zaten ulaşmaya çalıştığım o BİR’ in, bütünün parçasıyım. Ayrılık olmadığı için eksiklik yok, eksiklik yoksa sahip olarak tamamlamam gereken bir şey de yok!
Belki de ben zaten BEN’im…